31 Ekim 2012 Çarşamba

Batman Arkham City


Hayatımızdan bu zamana kadar nice süper kahramanlar geldi geçti ve hala da geçmeye devam ediyor. Hepsi bizlere ayrı birer hikaye sundular, kendi farklı acılarını tanıttılar, süper güçlerini gösterdiler ve hayatın dramasının nasıl karşılanacağını öğrettiler. Hepsinin kendisine has yetenekleri vardı; Süpermen uçuyor, kurşun geçirmiyor ve gözlerinden lazer fırlatıyordu. Örümcek adam düz duvara tırmanıyor, yüzlerce metre atlayabiliyor ve örümcek hisleri sayesinde ölümden bile kaçabiliyordu. Keza X-Men kendi biyolojik yapılarından dolayı uçmaktan, elektromanyetik alan yaratmaya, ellerinden pençe çıkartıp, dokunduğunun hayat kaynağını çalmaya kadar pek çok özellik barındırıyordu içinde. Bütün bu süper kahramanların illa ki doğaüstü bir güçleri vardı. Özlerinde birer insan gibi yaşasalar da aslında tam anlamıyla insan olmadıklarını (kötü anlamda söylemiyorum) hepimiz biliyorduk her zaman.

Lakin içlerinden bir tanesi vardı ki o, diğerlerinden biraz farklıydı. Her şeyden önce onun hiçbir süper gücü yoktu. Alet edevat olmadan uçamıyor, doğrudan gelen kurşunlar tarafından yaralanıyordu. Temelinde o sadece bir insandı, bir ölümlü. Ancak maskesini takıp pelerinini giydikten sonra bir süper kahramandan daha da fazlasına dönüşüyordu, bir düşünceye.




Batman’le herkes gibi ben de küçük bir çocukken tanıştım. İlk tanışmam 1966’da çevrilen o ucube şovla başlamıştı. O zaman daha küçük olduğum için aradaki saçmalığı tam anlamasam da bir gariplik olduğunu sezmiştim, zaten 1992’de Warner Bros’un yayımlamaya başladığı o çizgi film serisinden sonra yıllarca saçma sapan bir Batman izlediğimi fark ettim.

İşte o Warner Bros. arkasında bıraktığı büyük mirası bir kez daha eline aldı ve 2009 yılında bizleri yeniden ‘Kara Şövalye’ ile tanıştırdı. Bir İngiliz firması olan Rocksteady’nin ellerine teslim etti. Rocksteady ise bu büyük markayı aldı, yoğurdu, yoğurdu ve en sonunda gelmiş geçmiş en iyi Batman oyununu ortaya çıkardı. Arkham Asylum’u ilk duyduğumda çok da heyecanlanmamıştım, sonuçta klasik bir aksiyon oyunu bekliyordum ancak daha ilk sahnede Joker’in peşinden yürürken resmen bütün hayatım değişmişti.

Şimdi Rocksteady işi kaldığı yerden devam ettirmek adına ikinci Batman oyununu hazırladı ve çok da iyi etti. Yazının gerisini özet olarak şimdiden söylemek gerekirse; “Ellerine sağlık Rocksteady! Umarım hep bizimle olursun!”

Max Payne 3

Karanlık bir alanda, sadece kan izlerini takip ettiğimi hatırlıyorum. Uzaktan gelen bebek ağlamalarını, Max'in heyecanla evine girdiğinde hayatı boyunca unutamayacağı acıyla karşılaştığını. Sam Lake denen adamın (Ki oyunun hem yüzü, hem de hikayesinin yazarıydı) yüz tasarımının kullanıldığı, "Limon yemiş adam" esprilerinin yıllarca yapıldığı bir karakteri hatırlıyorum. Eklenen minik bir modla, dönemin popüler dizisi Deli Yürek ezgileriyle Bullet Time moduna geçtiğini, düşmanlarını kevgire çevirdiğini hatırlıyorum. Bullet Time demişken, bu özelliğin de oyunlarda ilk kez Max Payne'de olduğunu biliyorum.

Yıllar evvel Windows 98'de oynamayı denediğim, ama yarım kalınca Windows XP'de bitirdiğim bir oyundu Max Payne 1. Ekran kartımdan olsa gerek, bazı bölümlerin kaplamaları gelmiyordu Win98'deyken. İkinci oyun ise, ilkine nazaran çok çok kısaydı, ama değişen pek bir şey yoktu. Max, her şeyi bir bir hallediyordu belki, ama her defasında kaybeden o oluyor ve giderek içine kapanmaya, o karanlıkta boğulmaya devam ediyordu.

Remedy, harika bir iş başarmıştı. Öyle bir serüvendi ki bu, etkilenmemek mümkün değildi. Çizgi roman tarzda hazırlanan ara geçiş sahneleri, etkileyici müzikler, duygusal hikaye akışı ve en çok akıllarda yer edilen Bullet Time modu.

Max Payne, neredeyse 10 yıldır sessizdi, ta ki 15 Mayıs günü gelene kadar. Rockstar, Remedy'nin oyun dünyasına armağan ettiği Max Payne serisini aldı ve üç numaralı yapımı bizlere sundu. Yapım koltuğunda bu kez Remedy yok, ancak gelişim sürecinde fikir beyanlarında bulunmuşlardı.

Peki bu, gerçekten de Max Payne miydi?

Yayımlanan ilk ekran görüntüleri, birçok oyuncuyu şaşırtmıştı. Zira karşımızdaki, Max'den çok daha farklı bir adamdı. Saçlarını tamamen kazımış, bitkin bakışlara sahip ve gür sakallı bir adam. Evet, bu Max galiba. Biz oyuncuların dikkatini çeken ikinci nokta ise, Max Payne'in bir GTA kopyası olabilme ihtimalinin bulunmasıydı. Böyle bir gelişmeyi kimse istemezdi eminim. Bu arada hey! Sam Lake de yoktu bu defa ekipte. Zaten yeni tasarlanan karakterin ona pek benzemediği ortadaydı. Dan Houser almıştı kalemi Max için eline. Hikaye artık ondan sorulacaktı, baktığımızda isim dışında her şey değişmişti aslında. Yapımcılar da bu durumu saklamıyordu işin aslı. "Bu, Max Payne'in hayatında yepyeni bir dönem" diyorlardı oyunu tanıtırken. Peki bu döneme gerçekten ihtiyaç var mıydı?


Yeni bir ülke, yeni bir başlangıç

Yapımcılar hani "Bu, Max'in hayatında yeni bir sayfa" açıklamasını yapmıştı ya, işte oyun başlar başlamaz aynı sözleri bir kez de Max'in ağzından duyuyoruz. Böylelikle yapımcıların söyledikleriyle ikna olmayan Max Payne hayranları, Max'in kendi sözleriyle kendilerini daha iyi hissedebilir belki.

Oyuna ilk adım attığımda, bazı şeylerin hala aynı kaldığını hissettim. Max'i ilk görüşüm, anlattıkları ve arkaplanda çalan müzik (İlk oyunu hatırlayın), hikaye anlatımı konusunda Max Payne 3'ün de öncekileri aratmayacağını gösteriyor. Ara geçiş sahnelerinde kullanılan birden fazla görüntü ve karakterlerin söylediği önemli sözlerin ekranda belirmesi, neyi ciddiye alıp, neyi ciddiye almamamız gerektiğini vurguluyor belki de.

Adamımız pek bir yorgun. İçmeyi pek seviyor, kaçmayı da öyle. En azından görünen böyle. Başlıyor kendi kendine konuşmaya. Yeni bir başlangıç, eskileri geride bırakmak güzel olabilir. Evet, belki olabilir. Max böyle düşünüyor, ama buna belki o da inanmıyor. Çünkü geçmiş, her zaman onu yaralayan en büyük unsur. Şu an yaşadıkları da tuz biber oluyor belli ki. Peki neler yaşadı ki Brezilya'da?

Yeni hikayemiz, Max'in New York'dan ayrılıp, Brezilya - Sao Paulo'ya gitmesiyle başlıyor. Burada zengin bir ailenin güvenlik işleriyle uğraşmaya başlayan Max, terörist gruplarca gerçekleştirilen saldırılar sonucu tehlike altına giren güvenliği geri sağlamak için harekete geçiyor.

Bu sokaklar çok tehlikeli

Rockstar yetkilileri, oyunun çıkmasına az süre kala birçok döküman ve resim yayımlamıştı. Bu belgelerde Brezilya'daki yaşamdan, bulunan terörist gruplardan, güvenlik yöntemlerinden ve hatta ne gibi ekipmanların kullanıldığından dahi bahsediliyordu. Anlayacağınız, adamlar etkili oyun deneyimi için Brezilya'ya gitmiş, araştırmalarda bulunmuş. O gezilerde tehlike yoktu belki, ama oyunumuzda güvenli nokta yol bile denilebilir.


Silahımı elime alır almaz, ilk görevim, bir kaçırılma vakasını engellemekti. Tabii ki spoiler vermeden devam ediyorum. Gamepad ile Max'i kontrol etmeye başladığımda, bu adamın gerçek Max olduğuna henüz ikna olmamıştım. Düşmanlar bir bir geliyor ve ben de onları indiriyordum. Derken bir siper çıktı karşıma, Gears of War tarzında geçtim arkasına ve bekledim.


Düşmanlar beni beklemeye niyetli değildi, çıktım oradan ve çatışmaya devam ettim. Pek akıllı değillerdi, ama fark ettim ki ortalık yerde olduğum sürece onlar da ateş etmekten çekinmiyordu. Bir kurtuluş gerekiyordu ve o an ekranda beliren düğmeye basarak zamanı yavaşlattım. Evet, Bullet Time modu beni bir anda 10 yıl öncesine götürdü. Yavaş çekim modunda sağa doğru atlarken, hedef imleciyle tek tek karşımdakileri indirmenin verdiği hazzı sizlere anlatamam. Bu arada lafı açılmışken, oyunda birkaç çeşit hedef seçeneği bulunuyor. İsterseniz komple hedef yönergelerini siz ayarlayabilirsiniz, isterseniz Auto-Aim özelliğinden de yardım alabilirsiniz.

Birçok bölümde genellikle tek başımıza ilerliyoruz. Araya giren sinematik sahneler, az da olsa soluklanmamıza ve konu hakkında bilgi elde etmemize yardımcı olurken, yapacağımız en ufak hatanın da hayatımıza mal olacağı gerçeğiyle adımlarımızı atıyoruz. Bu önemli, çünkü Max Payne'de dinlen ve iyileş yöntemi yok. İlaç alarak sağlığımızı yenileyebiliyoruz, ki bu ilaçları da her zaman bulmak kolay değil. Tabii üst üste birkaç kez ölürseniz, otomatik olarak sahip olabiliyorsunuz. Ek olarak, bazen Call of Duty'deki The Last Stand moduna benzer olarak otomatik Bullet Time modu giriyor devreye. Biz ölmek üzereyken bu sırada karşımızdaki düşmanı öldürürsek, tekrar hayata dönüyoruz.

İş birliği önemli

Çok dinamik bir oyun yapısına sahibiz gerçekten. Bazen dostlarımızla birlikte hareket ediyoruz. Birimiz koruma sağlarken, diğerimiz de düşmanlarla ilgilenebiliyor. Bazen kaçan, bazen de kovalayan pozisyonundayız. Üstelik karada, havada ve suda. Evet, çeşitlilik konusunda Rockstar bizi hayal kırıklığına uğratmıyor.

Bu arada, Bullet Time modu var dedik de, bu yıllar evvelki modun aynısı mı dersiniz? Hayır, değil. Tamam, yine zamanı yavaşlatarak olabildiğince hızlı davranmamız gerekiyor, fakat bu kez daha sinematik bir bakış açısı getirilmiş. Artık işin içinde artistik kamera açıları da bulunuyor ve odak noktası sadece Max değil. Bu moddayken birini kafasından vurursanız, kamera kurşunla birlikte hareket edebiliyor. Üstelik o hareket esnasında siz ateş etmeye devam ederseniz, bu kez düşmanın üzerinde açılan yaraları ve sıçrayan kanları görüyorsunuz. Bu değişimler gerçek zamanlı olarak yaşanıyor ve bir sinema filminde rol alıyor gibi hissedebiliyorsunuz.

Arada yakın dövüş tekniklerini de kullandığımız macerada, bazen limitlerin dibine dibine vuruyoruz. Nasıl mı? Misal düşmanlar size el bombası attı diyelim, bombaya hedef alarak onu havada patlatabiliyorsunuz. Eğer becerebilirseniz, iki düşmanın arasına girip bir anda çıkarak, birbirlerine ateş etmelerini dahi sağlayabiliyorsunuz. Aksiyon konusunda kesinlikle hiç sıkıntımız yok. Mıntıka temizliği yaparken arada etraftan bulduğumuz notlarla da yeni bilgiler elde edebiliyoruz. Bu arada, her bölümde, etrafa biraz dikkatli bakarak bulabileceğiniz altın silahlar da mevcut.



Tabii ki bu tamamen düz bir ilerleyiş değil. Bir bakmışsınız, Max'i odasında içerken buluyorsunuz. Üzerinde pis atleti, ayaklarında neredeyse derman yok. Ama bir de bakmışsınız, o klasik deri paltosunu giymiş, Amerika'daki barlarda kaybeden adam rolünü oynuyor. Max Payne 3'te belki yeni hayat kurma peşindeyiz, ama sıklıkla geçmişe seyahat ediyoruz.

Yapay zeka ne durumda

Az evvel de belirttiğim gibi, ortalık yere çıktığımızda kolay kolay hayatta kalmamız mümkün değil. Kısa sürede bizi kevgire çevirebiliyorlar ve bu sahneler de kare kare ekranlarımıza yansıyor. Lakin, yine de pek akıllı düşmanlarımız yok. Ya da şöyle diyelim, bir terslik var sanki. Ben, herkes arkasını dönükken onlara bakacak olsam, onların beni görmeyeceğini bilirim. Gelin görün ki bu oyunda durum farklı. Tüm düşmanlar arkasını dönükken kutunun arkasında saklanıyorsam, kimsede ses seda yok; ancak ayağa kalktığımda, herkes orada olduğumu anlıyor ve ateş etmeye başlıyor. Demek ki böyle kodlamış sevgili yapımcılar, ama biraz yapmacık olmuş bu doğrusu.

Çoklu oyuncu varsa, çoklu ölüm vardır

Max Payne 3'te seride ilk kez multiplayer oyun modları da bulunuyor. Bir karakter profili oluşturduktan sonra, ister tek başınıza, isterseniz de bir takımla birlikte hareket edebiliyorsunuz. Yapımcılar, son yılların tercih edilen sistemi "karakter gelişimi"ni entegre etmiş Max Payne'e. Ne kadar başarılı olursanız, o kadar puan alıyorsunuz ve gelişim gösteriyorsunuz. Tabii kullanacağınız ekipman ve silah çeşidi de artıyor.  En ilgimi çeken olay ise, paranoya perk'i. Bu özelliği aktif ettiğimizde karşı takım elemanları şaşırıp, birbirlerine düşman kesilebiliyor. Ayrıca Bullet Time özelliğinin multiplayer'da da olduğunu söylemeliyim.

Bir de arcade modu var yapımın. Bu sekmeyi seçtiğimizde, senaryo modunda oynadığımız bölümlerin önemli kısımlarını tekrar oynayabiliyoruz, ancak tek farkla: Bu kez en yüksek puanı elde etmemiz gerekiyor. Karakterleri kafalarından vurursak ayrı puan, ayaklarından vurursak ayrı puan alıyoruz. Tabii ölmemeye de dikkat etmemiz gerekiyor. İlaç kullansak sağlığımız için iyi belki, ama puan seviyemizi düşürebiliyor. Oysa ki bu modun en önemli amacı zaten en yüksek skoru elde etmek. Tek başınıza yapamıyorsanız, arkadaşlarınızdan da yardım isteyebilirsiniz.

Tanrım beni baştan yarat!

Max Payne 3'ün X360 versiyonunu oynadım. Karakter tasarımları ve yüz animasyonları göze hoş gelirken, ışık-gölge efektlerinin de etkileyici olduğunu söylemeliyim. Islaklık efektleri, Max'in üzerindeki giysilerin hareketlerine göre kırışması ve tabii ki karakter animasyonları hoşuma gitti. Kaplama kalitesi de genel olarak iyiydi. Vuruşa göre vücutların tepki göstermesi de gerçekten önemli. Örneğin, merdivenden koşarak gelen bir düşmanı ayağından vurursanız, vurduğunuz ayağı sendeliyor ve öylece yuvarlanmaya başlıyor. Eğer kolundan vurursanız, o tarafa doğru savruluyor, hatta yarasını tutuyor. Animasyon çeşitliliği gerçekten güzel olmuş. Adamımız Max de vurulduğunda, üzerinde kurşun izleri beliriyor. Her ne kadar arada ufak animasyon problemleriyle karşılaşsak da, çevredeki objelerle etkileşim de dahil fizik efektleri başarılı.

Bir diğer konu, müzikler de başarılı. Tempoya göre değişiklik gösteren, özellikle vurmalı çalgılardan elde edilen melodiler, sizi rahatlıkla atmosferin içine çekiyor. Yine ilk oyundan da tanıdık olduğumuz müzikle birlikte, bizi duygusallığa sevk eden melodiler de duyuyoruz. Karakter diyalogları ve Max'in oturaklı sesine de bir sözüm yok doğrusu. Sadece, bazı düşmanlarımız İngilizce konuşmuyordu ve alt yazılar da İngilizce değildi. Bu garibime gitmişti. Ama cevap Max'ten gecikmiyordu. Konuşulanlar hakkında Max de "Hiçbir şey anlamıyorum" diyordu ve belli ki bu bilinmezlik duygusunu biz oyunculara da yansıtmak istiyordu. Bence iyi bir yöntemdi.

Sonuç olarak

Max Payne 3, iyi bir aksiyon oyunu olmuş. Zaman zaman geçmişi hatırlatan, ancak genellikle yeni tarzı ve hayatıyla kendini oyunculara kabul ettirmeye çalışan bir oyun. Hem yapımcıların, hem de Max'in kendi ağzıyla söylediği gibi, "Max'in hayatında yeni bir perde bu." Bence seveceksiniz, ancak eski oyunlardaki etkiyi aramaya çalışmamak kaydıyla. İyi oyunlar.
 PUAN:8.9

The Elder Scrolls 5: Skyrim İnceleme

TES serisinin son oyunu Skyrim, uzun bir bekleyişin sonunda oyunseverler ile buluşuyor. Ejderhalar ile savaşı konu alan oyunun incelemesi için sizi şöyle içeri alalım...

15/11/2011 16:45
2006'da The Elder Scrolls: Oblivion'ın ilk çıktığı zamanı hatırlıyorum. İlk defa bu oyunla tanıştığım The Elder Scrolls serisi, tek hamlede beni kendine aşık etmeyi başarmıştı. O grafikler, o atmosfer, o görev derinliği... Hatta WoW'a yeni başladığım günlerde ortaya çıkmış olmasından dolayı, uzunca bir süre elimi WoW'a sürmemem ile sonuçlanmıştı. Biri MMO, diğeri Single Player olsa bile, 10 tane böcek öldürüp bacaklarını teslim etme görevlerinden çok daha çekici gelmişti bana Oblivion.
11.11.11 tarihi geldi ve bir deja vu ile karşı karşıya kaldım. Tek farkı, bu sefer yaklaşık 2 senedir oynadığım WoW'u terk etmiş olmam. Loncadan arkadaşlar beni bekliyorlardır muhtemelen :) Ama olmaz, Skyrim geldi ve oy-na-ma-lı-yım! Piyasaya çıkmadan önce yayımlanan muhteşem videoları, ağzımın suyunun akmasına sebep olmuştu. O animasyon videosu, o gerçek karakterlerle yapılmış olan diğer video... Ve evet, şu anda bu Skyrim oynuyorum.


Skyrim'in girişi, Oblivion'da da olduğu gibi script sahnelerin sıralanması biçiminde olmuş. Oyun başlar başlamaz ilk dikkatimizi çeken şey, çevrenin grafik detayı oluyor. Beraber yol aldığımız "kader dostlarımız" bir yana, dağlar, taşlar, çiçekler, böcekler muhteşem görünüyor. Keşke Oblivion gibi önce zindanda başlasaydı da, güneşi, suyu ve bitki örtüsünü ilk gördüğümüzde beynimizden vurulmuşa dönseydik diyorum. Gerçi Oblivion gibi etkilemesi mümkün değil; zira oyunun haritasının neredeyse tamamı karlı bölgelerden oluşuyor.
Skyrim, doğasıyla büyülüyor.
Skyrim'in giriş bölümünün içerisinde, ismimizin sorulduğu bir sahnede karakterimizi yaratıyoruz. Irk tercihinin yanısıra, görsel olarak bize çok fazla seçenek sunuluyor. Karakterin ten rengi, kaşı, gözü, burnu, kafatası, dövmeleri, cinsiyeti, yüzündeki yaralar gibi seçenekler arasında bir anda kayboluveriyoruz. Neyse ki, bize önceden hazırlanmış 10 - 15 tane karakter tasarımı sunuluyor. İstersek bunlardan birini alıp, üzerinde çok az oynama yaparak oyuna başlayabiliyoruz. Aslına bakarsanız, karakterin tipiyle uğraşmanın bu oyunda çok da önemi yok. Zira ilk bulduğumuz zırhları giydiğimiz zaman bile, karakterin vücut yapısı hariç neredeyse hiç bir noktasını göremiyoruz. Bu ekranda asıl dikkat edilmesi gereken konu, ırk seçimi.
Oyunun geceleri ürkütücü.
Her ırkın ekstra olduğu bir stil ve özel yeteneği bulunuyor. Mesela Khajiit'ten iyi bir okçu ve rogue tipi karakter yaratılabiliyorken, Orc'tan çok güzel bir kasap oluyor. Very big cat Khajiit, özel yeteneği gece görüşüyken Orc, kasaplığına kasaplık katacak Berserk yeteneğine sahip. Ben ilk olarak Khajiit okçu karakteri yarattım. Fakat biraz oynadıktan sonra, World of Warcraft'taki Death Knight'ımı Skyrim'e taşımaya karar verdim. Irkım bu durumda tabi ki Orc oldu. WoW'da Frost Death Knight oynayanınız var ise, evet. Tam olarak onu yapmaya çalışıyorum Skyrim'de :)

Giriş bölümü ilerledikçe en çok dikkatimi çeken detay, karakter animasyonlarının son derece hoş görünüyor olması oldu. Arada ufak tefek hatalar olsa da, akıcılık ve gerçekçilik konusunda Skyrim'in başarılı olduğunu söyleyebilirim. Oyun ilerledikçe gelişen karakterimiz, yeni yetenekleriyle beraber ilginç Finishing Move'lar yapmaya başlıyor. Şöyle ki, eğer düşmanınızın canı, sizin o an vurmak üzere olduğunuz hasardan aşağıdaysa (yani mutlak son vuruş ise), özel animasyonlu bir ölüm vuruşu gerçekleştirliyor.
Ejderhanın kafasına atlayıp, beynini deşmek... Paha biçilemez.
Tabi bu ölüm vuruşları, elinizdeki silahın tipine ve düşmana göre değişiyor. Finishing Move'ların çeşitliliğinin çok fazla olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, eğer karşımızdaki karaktere yakın bir silah ile vurmaya çalıştıysak ve rakip o sırada blok modundaysa, elimizdeki silah rakibin vücuduna sanki hiç blok yememiş gibi oturup da sadece "küt" sesiyle blok yediğimiz anlamıyoruz. Bir şekilde bloğa denk getirdiğimizde, elimizdeki silahın sallanması durarak, geri çekiliyor. Yani gerçekten baltayı taşa vurmuşsunuz gibi bir görüntü oluşuyor sonucunda. Çok başarılı...
Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
Skyrim'de yeni gelen ve oyunu en çok dikkat çekici kılan özellik, karakterin hem sağ elini hem de sol elini ayrı ayrı kullanabiliyor olması. Yani sol elimizde Ice Spike büyüsü yer alırken, sağ elimizde de tek elle tutulan bir balta ile düşmanların arasına dalabiliyoruz. Tabi benim verdiğim çok basit bir örnek. Bu özellikten faydalanarak eşsiz bir karakter yaratmamız ve çok değişik bir oynama biçimi elde etmemiz mümkün oluyor. Birazdan bahsedeceğim yetenek ağaçlarından alınan Perk'ler sayesinde, her iki elimizde de aynı büyü olduğunda hem sol tuşa, hem de sağ tuşa aynı anda basarsak, büyüyü katmerli bir şekilde atabiliyoruz. Yani bir Ice Spike 5 vururken, her iki el kullanılarak atılan tek Ice Spike 10'dan fazla vurabiliyor.


Oyunun seviye atlama sistemi, Oblivion'dan çok daha basite indirgenmiş. Destruction, Conjuration, One Handed, Two Handed, Heavy Armor... gibi çok sayıda yetenek türü, biz o yetenekleri kullandıkça gelişiyor. Her ne kullanırsak kullanalım, karakterimizin seviye yükselmesinde katkısı oluyor Skyrim'de. Hal böyle olunca, seviye atlamak da bir miktar daha kolaylaşmış oluyor. Seviye atladığımızda artık bir yatak aramak durumunda kalmıyoruz. Öntanımlı tuşlarda Tab'a ayarlanmış olan menü tuşuna basıp, Level Up'ı tercih ederek yeni seviyeye ulaşıyoruz. Bizden ilk önce Health, Magicka ve Stamina üçlüsünden hangisini 10 yükselteceğimiz soruluyor. Sonrasında ise her seviyede verilen 1 Perk hakkını doğru şekilde kullanmaya çalışıyoruz. Hemen size bir örnek vereyim...
Kafasına Ice Spike yemiş bir iskelet... Sıkıntı var.
Mesela benim karakterim, One Handed yeteneği 35 iken yeni seviyeye ulaştı. One Handed ağacına baktığımda, en altta 5 kademeli Armsman yeteneğini görüyorum. Bu yetenek, ilk seviyesi için One Handed yeteneğinin 20 olmasına ihtiyaç duyuyor. Perk'i buna harcadığımda, 2. seviye için 40 istediğini görüyorum. Bu durumda, eğer bir dahaki seviyeye kadar One Handed'ımı 35'ten 40'a çıkarmam gerekiyor. Eğer çıkmazsa da sorun değil, Perk'lerimizi saklayıp, daha sonra da kullanabiliyoruz. Perk'leri tek tek okuduğumda, kazanılan yeteneklerin karakteri ne kadar etkilediğini görünce şaşırdım doğrusu.


Tüm bu yeteneklerin yanında, bir de Shout'larımız var. Öldürdüğümüz ejderhaların ruhlarını çekerek elde ettiğimiz bu büyü tipleri, diğer büyülerden çok daha güçlü özellikler sunuyor. Öntanımlı olarak Z tuşuna atanmış olan Shout'lar, oyuna inanılmaz keyif katıyor. Hazır yeri gelmişken söyleyelim, Oblivion'daki Oblivion Gate'lerin yerini ejderhalar almış. Ejderhalar, tahmin ettiğinizden bir hayli güçlüler aslında. Fakat ne hikmetse, seviye atladıkça anormal bir şekilde kolaylaşıyorlar. Sırf ejderha savaşlarının daha keyifli olması için bile oyun, zorluk derecesi en üst seviyede oynanır. Ejderha ile kapışmanın keyfinden de söz etmek gerekirse... Muhteşem... Bir ejderhanın ne kadar kudretli olduğunu, en net Skyrim'de anlayabiliyoruz. Çevremizde çok geniş daireler çizerek üzerimize uçan, sağa sola konup bize ateş üfleyen koca koca yaratıklar...
Flame Atronach, düşük seviyelerde en büyük yardımcınız olabilir.
Oblivion'da pek zayıf olan büyü sistemi, çeşitliliği ve animasyonları, Skyrim'de işin suyu çıkarılarak düzeltilmiş. Bir Blizzard büyüsünün yapılışı ve atıldıktan sonraki animasyonunu görmelisiniz! Eğer benim gibi bu tip animasyonlardan fazlasıyla etkilenen birisiyseniz, oyuna sırf bu yüzden aşık olabilirsiniz. Conjuration yeteneklerinin nimeti Flame Atronach'ın güzelliği, yine Conjuration nimeti olan silahların seksiliğini görünce kendinizi kaybedebilirsiniz. Benden söylemesi.


Skyrim'de de çeşitli loncalar bulunuyor. Oblivion'da Mage's Guild ve Warrior's Guild adı altında toplanan karakterler, Skyrim'de farklı isimlerde loncalarda yer alıyorlar. Bu loncalara bulabilmek ve girebilmek için biraz araştırmacı olmamız gerektiğini de belirtmeden geçmeyelim.
Bir ejderha gördüm sanki!
Oyuna gelen bir diğer yenilik ise, Oblivion'da bir hayli kısıtlı olan crafting sisteminin de yine suyu çıkarılarak yansıtılmış olması. Hemen hemen tüm oyunlarda çok basit bir şekilde sağı solu tıklayarak gerçekleştirdiğimiz crafting işlemleri, Skyrim'de bambaşka bir boyut kazanmış. Sağda solda bulduğumuz tas, örs, Alchemy Table'lar gibi araçlar ile elinizdeki materyalleri kullanarak envanterinizi kuvvetlendirebilir veya yeni zırhlar ve silahlar dikebilirsiniz. Ayrıca Enchanting ile eşyalarınıza yeni yetenekler kazandırabilir, kendinize yemekler pişirip dövüş esnasında kullanabilirsiniz. Her meslek, derin düşünülerek tasarlanmış. Ayrıca karakterimizin crafting malzemelerini kullandığını canlı olarak izleyebiliyoruz.
Görmez olaydım o ejderhayı...
Biraz da menülerden söz edelim. Açıkçası oyunun tek bezdiren yanı bu bence. Menüler, "Ben konsol oyuncuları için tasarlandım!" diye bas bas bağırıyor. Bu durum, konsol oyuncularının yüzünü tabi ki güldürecektir. Fakat bilgisayar için daha düzgün bir arayüz tercih edilebilirdi doğrusu. Menüler altında gezinmeyi W, A, S ve D tuşlarıyla gerçekleştiriyoruz. Giriş için E, çıkış içinse TAB tuşları atanmış. Arada bazen fare ile tıklamak zorunda olduğumuz menüler çıkıyor. Fakat menülerin çoğunda, fare hiç bir işe yaramıyor. Fare ile menülerde gezinmek isteseniz bile neredeyse imkansız. Hal böyle olunca da, Skyrim bizden ilk eksisini alıyor


Oblivion'un en büyük artısı olan görev derinliği, Skyrim'de de aynı şekilde devam ediyor. Basit görünen herhangi bir görev ile uğraşırken işin altından çıkan 1001 türlü gariplik, şaşkınlık yaratıyor. Bir görevi yapayım derken, diğer görev ortaya çıkıyor. İnsanlarla (tabi Khajiit ve Argonian da dahil) sık sık muhabbet etmeniz, size daha fazla görev bulmanız konusunda yardımcı olacaktır. Ayrıca, NPC'lerin kendi aralarındaki konuşmaları, Oblivion'dakilerin askıne, gayet dinlenebilir olmuş. Eskiden ana bir başlıktan sonra "Evet katılıyorum.", "Bence de, sonumuz çok kötü." gibi cevaplar veren diğer NPC'ler, artık gayet düzgün muhabbet eder olmuşlar.
Berserk modunda bir Orc, kısa sürede katliam yapabiliyor.
Skyrim'in grafikleri, göze son derece hoş görünüyor. Yakından bakıldığında kaplamalar ufak çaplı sıkıntı yaratsa da, oyunun aksiyon esnasında maksimum keyif sağlayabildiğini söyleyebilirim. Kapalı mekanda da, açık mekanda da Skyrim harika görünüyor. Kar fırtınasına girdiğimde soğuğu ve çarpan karları yüzümde hissediyorum. Bir şelale gördüm mü, suyun soğuk olduğunu bilsem de içerisinde yüzesim geliyor.
Oyunun su mekaniği çok hoş görünüyor.
Dağlardaki mükemmel sis efekti, oraya çıkmaktan kormama sebep oluyor. Sesler desen, zaten mükemmel... Yalnız, şehirlerde, zindanlarda ve açık alanda daha baskın müzikler olsaydı daha iyi olurdu. Müzikler (savaş müziği hariç) biraz silik kalmış oyunda.


Oyunu ben GTX 580 ve 4.2 GHz'e hızı aşırılmış bir Intel E2500K işlemciyle oynadım. Ayarların tümünü Ultra ve maksimuma çekip, 16x AF ve 8x AA açtım. Oyun bu haliyle, bu bilgisayarda çoğu zaman 60 FPS'yi gösterebiliyordu. Fakat yer yer 45'lere düştüğü de oluyordu doğrusu. Eminim ki Anti Aliasing'i mantıklı bir seviyeye çekerek daha iyi sonuç elde edebiliriz. Ama şunu da söyleyebilirim ki, orta seviye bir ekran kartı ile bu oyunu maksimum ayarlarda akıcı bir şekilde oynamanız çok zor görünüyor. Belki Anti Aliasing açmadan olabilir...
Inn'lerde bu tip müzikallerle bol bol karşılaşacaksınız.
İşte Skyrim böyle bir şey... Menülere inatla alışın, koşarak serüvene dalın. Son dönemde çıkan en iyi RPG oyununu kaçırmayın. Oyunu, tüm diyalogları okuyarak ve gerçek hayattaymış gibi oynayın, maksimum keyif için. Söyleyebileceğim çok da söz yok aslında... Skyrim MUH-TE-ŞEM!
Artılar: Animasyonlar, görev derinliği, atmosfer, çift eli kullanabilme
Eksiler: Arayüz konsollar için tasarlanmış, 3D harita zaman zaman zorluk çıkarabiliyor, dağlar pek köşeli
Puan: 9.5 / 10
Platformlar: PC, PS3, Xbox 360






30 Ekim 2012 Salı

NBA 2K13


Spor oyunlarını seven her oyuncu EA Sports tarafından yapılan NBA Live oyunlarından birisini mutlaka oynamıştır. 90'ların sonu 2000'lerin başında süren NBA ve FIFA egemenliğini, bir taraftan Konami tarafından yapılan PES diğer taraftan 2K Sports tarafından yapılan NBA oyunlarının oyuncularla buluşmasıyla sonuna gelinmiş oldu. Bunun sonucu olarak da, EA radikal kararlar alarak bir zamanlar tekelinde olan spor türünde değişikliklere gitmeye başladı. Bunun en güzel örneğini FIFA serisinde görebilirsiniz.

Özellikle son 3 yıldır çıkan FIFA oyunları PES'i koltuğundan etmeyi başardı. Ancak bu durumun NBA serisinde de yaşandığını söylemek zor. Özellikle bu kadar farklı firmanın bulunduğu bir sektörde yenilik yapmadan sürekli aynı yemeği fırınlayıp tekrar oyuncuların önüne sunmak, çok kötü sonuçlar doğurabilir. Bu durumu başarabilen tek oyun, COD serisi. Yıllardır, aynı yemeği yiyip duruyoruz. Bakalım ne kadar daha devam edeceğiz yemeye.

Her neyse, konumuz bu değil. NBA cephesinde neler olduğuna devam edelim. Özellikle son yıllarda sürekli yenilikler ile kendini geliştiren 2K Sports'un karşısında EA'in zarar etmeye başlaması, bahsettiğim radikal kararlar ile EA Sports'un NBA serisini sonlandırmasıyla sonuçlandı. Bununla beraber sahalar tamamıyla 2K Sports'a kalmış oldu. Ancak yinede 2K yerinde duramıyor ve her sene daha iyi bir NBA ile karşımıza çıkmaya devam ediyor. NBA 2012 Merlin’in Kazanı'ndan geçtiğimiz yıl 93 puan almayı başarmıştı. İncelemesini okumak isteyenler buradan ulaşabilirler.  Bakalım 2K Sports bu sene neler yapmış...

Ve basket...
NBA 2K serisi tartışmasız NBA oyunları içinde şu ana kadar yapılmış en iyi oyunlara sahip. Burada bütün NBA oyunlarından bahsediyorum. Özellikle konsol cephesinde şu anda gerçekten çok başarılı gidiyor 2K. Oyuna gelen yenilikler ile oyuncuların, özellikle spor oyunları severlerin gönlünü mest etmiş durumda. Peki nedir bu NBA 2K’da olanlar?


2K11'de bulunan ve Micheal Jordan'ın hayatını anlatan mod, 2K12 ile my player olarak değiştirilmişti. Kendi oyuncumuzu çok geniş olmasa da, iyi tasarlanmış karakter ekranında yaratıp, kariyer basamaklarını bir bir tırmandığımız bu modda, NBA Draft’larında iyi bir takım tarafından keşfedilebiliyordunuz. Özellikle geçtiğimiz yıl daha iyi hale getirilen yapay zekaya karşı kariyer mücadelesi veriyoruz. Yaptığınız maçlardan sonra aldığınız SP puanları ile karakterinizi geliştirebilirsiniz.

Bunun yanında takım koçunuz ile ikili görüşmelere girebilirsiniz. Bu konuşmalar takım arkadaşınız ya da kendi hakkınızda olabildiği gibi basın ile ilgili de olabilir. Oyuna eklenen diğer bir özellik ise "Signature Skills" olmuş. FIFA ve PES’de bulunan oyuncunun kişisel özelliklerini belirten kartları hepiniz bilirsiniz. İşte tıpkı buna benzer bir sistem var. Diğer bir güzel özellik ise önceki oyunlarda da bulunan "Legend Trainin Camp". Gelen yenilik ile artık para verip oyuncunuza yetenek puanı kazandıramıyorsunuz. Kendiniz, hareketleriniz üzerinde çalışmalı ve geliştirmelisiniz.


İş ellerde bitiyor
Özellikle spor oyunlarını benim gibi gamepad ile oyun oynamayı seven insanlar için kontroller gerçekten başarılı olmuş. Ancak klavye ile oyun oynayan insanlar biraz sıkıntı yaşayabilirsiniz. Özellikle oyun içinde oyuncu seçme ve farklı hareketler yapmaya çalıştığınızda sorun yaşanabilir. Oyuncu seçme kombinasyonu RB+oyuncuya atanan tuş olarak ayarlanmış. Hangi oyuncunun hangi tuşa atandığını görmek için RB tuşuna bir kere basmanız gerekiyor. Bu durum en azından benim için, temponun arttığı sırada tam bir kabus haline dönüştü. Ancak tuşlara alıştıkça, tuş kombinasyonlarını öğrenmeye başlıyorsunuz ve oyun daha eğlenceli bir hale geliyor.

Ne kadar uzağa pas atacağınızı ve nasıl atacağınıza kadar belirleyebiliyor oluşunuz, oyun keyfini arttıran bir öğe. Özellikle her durumda oyuncunun smaç basamaması ya da turnikeye girememesi oyunda gerçekçiliği arttıran bir diğer öğe. Uzun pasların kolayca engellenebilmesi ya da her oyuncunun kolaylıkla üçlük atamaması gibi detaylar oyuna eğlence katan diğer özelliklerden.


Oynat Uğurcum...

Gelelim oyun içi ambiyansa. Devre arası röportajlardan tutun da, transfer görüşmelerine kadar bir çok gerçekçilik öğesi bulunuyor oyunda. Yarattığınız oyuncunuzla bütünleşiyorsunuz resmen. Maç sırasındaki anlatımlar tam anlamıyla muhteşem olmuş. Yapılan yorumlar gerçekten sizi biraz olsun gülümsetecek cinsten. Devre aralarında çıkan ponpon kızlar ve dansları görülmeye değer olmasa da, bir basket oyunu oynamaktan çok izliyormuşsunuz havasına sokuyor sizi. Özellikle bu sene müziklerin Jay-Z tarafından yapılmış olması oyun için bir artı.

Sonuç?
Bu sene rakibinin de kalmaması ile NBA severlerin oynayabileceği tek oyun 2K olmuş durumda. Ancak bu durumu EA gibi sömürmemişler. Sürekli daha iyi hale getiriyorlar 2K Sports oyunu. Bunun yanında özellikle grafik konusunda ben pek beğenmesem de, bir spor oyununda ne kadar grafik olması gerektiği tartışılacağından, çok önemli bir eksi değil. Karakter tasarımlarında, sadece önemli oyuncuların yüz tasarımlarının üstüne gidilmiş olması, yine büyük olmasa da, bir problem. Son olarak, benim gibi spor oyunlarından pek haz etmeyen biri için bile büyük keyif veren bir oyun olmayı başaran 2K13 için, rahatlıkla söyleyebilirim ki, oyunu alın ve oynayın. Arkadaşlarınız ile keyifli zamanlar geçireceğinizi garanti ediyorum. 

PUAN: 9.4

The Testament of Sherlock Holmes


Son yıllarda yaşanan Sherlock Holmes furyasını neredeyse herkes farkındadır. 2009 yılında çıkan Sherlock Holmes filmi ile gündeme gelen ve popülaritesini tekrardan arttırmaya başlayan Sherlock, özellikle 2. film olan A Game of Shadows ile büyük sükse yaptı. Bununla birlikte her yıl sadece 3 bölüm halinde, Sherlock adıyla yayınlanan ve modern Sherlock Holmes uyarlaması olan dizi serisi ile de gelen başarının devamında, oyun haline getirilmemesi zaten büyük sürpriz olurdu. The Testament of Sherlock Holmes adıyla piyasaya çıkan oyun, macera türünde. XBox, PS3 ve PC platformları için geliştirilen oyunun yapımcı koltuğunda Frogwares oturuyor ve dağıtımcılığını Focus Home Interactive üstlenmiş durumda. Gelelim oyunumuza.

Strange... (İlginç)
Öncelikle başlıkta kullandığım İngilizce kelime, Sherlock tarafından çok sık kullanılıyor oyun içinde. İlginç, çok ilginç gibi replikleri bilirsiniz. Stange de aynen bu. Olaylara sürekli değişik açılardan bakan, zeki, birazda kendini üstün gören bir Sherlock var karşımızda. Aslında, Sherlock sürekli olarak izleyiciye ve okuyucuya bu şekilde anlatıldı. Bununla birlikte, sürekli araştıran, hayattan sıkılan ve keman çalmaya bayılan birisi Sherlock. Ancak bu yönleri pek oyuna yansıtılmamış.

Oyunumuz, 3 çocuğun evlerinin tavan arasını karıştırırken Watson tarafından kaleme alınmış bir günlüğü bulmaları ile başlıyor. Çocuklar günlüğü okudukça Watson'ın anılarını oynamaya başlıyoruz. İlk bölümde oyunun ana dinamiklerini tanıyoruz. Mantık belli, suç mahallini incele ve delilleri bularak suçluya ulaş. Ancak, okuduğunuz kadar kolay değil durum.  Bunun en büyük sebebi, bulmacalar ve not defterimiz. Suç mahallini inceledikçe yeni ipuçları elde ediyoruz. Bulduğumuz bu ipuçlarından farklı varsayımlar yaparak, çözüme ulaşmaya çalışıyoruz. Aslında ben size eğitim bölümünden hemen sonra ki bölümü anlatsam, durum sanırım daha net anlaşılacak.

Kilisede işlenmiş olan bir cinayet araştırmak için yola çıkıyoruz bu bölümde. Genel olarak oyununda mekanlar küçük oda tarzı yerler ancak ilerleyen bölümlerde çok farklı mekanlarda da bulunmaya başlıyorsunuz. Bu bölümde, vahşice işlenmiş bir cinayet ve çevremizde sürüsüyle delil var. Öncelikle, inceleyeceğiniz delillerin üstünde zaten büyüteç imleci çıktığı için delil aramak zorunda kalmıyorsunuz. Teker teker delilleri toplamak olayın en kolay kısmı. Her delil ile birlikte Sherlock yorumlar yapıyor, arada Watson ile 2'li konuşmalar yaşanıyor. Özellikle oyunun sevdiğim tarafı, konuşmaların gerçekten güzel yazılmış olması. Her karakterin kendi özelliklerini ortaya çıkaran konuşma tarzları var. Bununla birlikte, 2'li konuşmalarınız da RPG öğeleri devreye giriyor ve sormak istediğiniz şeyleri seçiyorsunuz. Şimdi, önemli noktalardan birisi şu ki, konuşmaları düzgünce dinlemeli ve anlamalısınız.  
 
 
Bunun en büyük sebebi, Watson sürekli not alıyor ve sizde bütün delilleri topladıktan sonra not defterinden çıkarımlar yapıyorsunuz. 2 farklı delil arasında bağlantı kurarak farklı bir sonuç ortaya çıkarabilirsiniz. Her çıkarım için 3 farklı seçeneğiniz var. Birbiri ile bağlı 4-5 farklı delilden yola çıkarak sonuca ulaşmaya çalışıyorsunuz. Bazen bulduğunuz delilleri kitaplığınızdan alacağınız farklı kitapları kurcalayaraktan, daha detaylı incelemeniz gerekebiliyor. Kimya setine benzeyen ekipmanlarınız ile topladığınız deliller üzerinde deneyler yapmanızda gerekebiliyor. Örneğin aynı bölümde, bulduğunuz bir iplik üzerindeki kumu temizlemeniz gerekiyor. Diğer taraftan yine bulduğunuz bir taş parçasını asitle temizlemenizde gerekiyor. Her incelemeden sonra, durumla ilgili bir yorum geliyor Sherlock'ten.

Gelelim oyunun en can sıkan kısmı olan bulmaca kısmına. Bazı bulmacalarda ne yapmanız gerektiğini anlayana kadar acı çekeceksiniz. Bahsettiğim ilk bölümde, elinizde bir satranç tahtası ve satranç taşı olan at var. Amacınız bütün tahtayı, bir önceki gittiğiniz yere bir daha gitmeden gezmek. Doğru yolu bulmak gerçekten can sıkıcı ve çok uzun sürüyor. Diğer bir bulmacada ise, yerde bulunan ayak izlerinizi inceliyorsunuz ve kaç farklı ayak izi olduğunu bulmaya çalışıyorsunuz. Gerek boyutunu ölçerek, gerekse büyüteçle inceleyerek bir sonuca varıyorsunuz. Tabi buda not defterine yazılıyor ve sonuca giden yolda bir basamak oluyor.

Bazı bulmacaları çözmek için, önce bazı delilleri bulmanız gerekebiliyor. Bununla birlikte, konuşmalarınızda vereceğiniz tepkiler sonucu o bulmacayı çözmeniz için gereken eşyayı alıp alamayacağınızda belirleniyor. Diğer taraftan, bazı durumlarda Watson'ı kontrolünüze alıyoruz. Özellikle biraz önce bahsettiğim kitap konusunda. Sherlock, kitabı bulmasını Watson’dan istedi ve Watson ile evi arayaraktan kitabımızı bulduk.

Her şey grafik demek değildir.
Her şey bir tarafa, olayı çözüme kavuşturmak gerçekten çok keyifli. Not defterindeki notları kullanaraktan varsayımlarda bulunmaktan tutunda, çantamızda olan eşyalarımızı farklı şeyler için kullanmamıza kadar tam anlamıyla Sherlockculuk oynuyoruz.  Her olayı çözdükten ve bazı hatıra eşyalarını bulduktan sonra nişan kazanıyoruz. 

Gelelim bazı oyuncular için olmazsa olmaz grafik ve müzikler konusuna. Açık ve net, çok bir şey beklemenizi özellikle tavsiye etmiyorum. Grafikler, kötü olmasa da, günümüz oyunlarına göre gerçekten çok geride. Müzik derseniz, yok denecek kadar az. Ancak seslendirmeler başarılı olmuş diyebilirim. Zaten oyunu da oynatacak olan ne grafikleri nede müzikleri. Hikayenin akışına kendinizi kaptırdığınızda, gerisi geliyor. Ancak, oyunun bir kötü tarafı, kendini tekrarlıyormuş gibi hissettire bilir. Buda oyun zevkinizi baltalayan en kötü durumlardan birisi, ama yapacak çokta bir şey yok.

Macera tarzında oyunları sevenler için kaçırılmaz bir fırsat sunuyor The Testament of Sherlock Holmes. Ancak, oturup da saatlerinizi harcayacağınız oyunlardan değil. Boş vakitlerinizde şöyle bir oyuna girip, bir davayı çözüme kavuşturmak da ayrı bir keyifli olmuyor değil tabi. Bir deneyin, eğleneceğinize inanıyorum.
 
 Puan:8.5

Medal Of Honor :Warfighter


Yazımın en başında hemen belirtmek istiyorum. Bu yazı, Medal of Honor’ın ne siyasi ne de dini tartışmalara gebe olan taraflarını içermemekte. Olabildiğince tarafsız bir şekilde, oyunun tek single-player modunun incelemesini yazmaya ve sizler ile deneyimlerimi paylaşmaya çalışacağım. Bunu belirtmemde ki neden, özellikle bir çok oyun/haber sitesinde gördüğüm, oyunun dini ve siyasi tarafları ile ilgili ağır eleştiriler. Bu eleştirilerin sonu elbette ki yok. Bu konuda herkesin farklı düşünceleri olabilir. Herkesin görüşlerine olan saygımdan dolayı, sadece oyununun kendisi ile ilgilenmeyi planlıyorum.
3 hafta kala…
Yaklaşık 2-3 haftadır, evde bir curcunadır gidiyor. Bunun nedeni ise, ev arkadaşım ve diğer 2-3 arkadaşımın da benimle birlikte ön sipariş ile aldığı Medal of Honor’ı bekliyor olmamız. Oyun içi videoları, fragmanları, sürekli sosyal medya üzerinden birbirimize gönderiyoruz, evde son ses tekrar ve tekrar izliyoruz; tam bir curcuna.
Son 1 saat…
Oyunu ön sipariş ile alanlar biliyordur, oyun hem single-player mode, hem de multi-player modu gece saat 1'de açıldı. Saat gece yarısını gösterdiğinde, battlelog üzerinden yazışmalarımız çoktan başlamıştı bile. Birbirimize gaz verip duruyorduk.
Diğer arkadaşlarımı bilmiyorum da, benim heyecanımın bu kadar üst seviyede olmasının nedeni, özellikle 2010 yılında çıkan ve seriyi ilk kez modern savaşlara yönelten Medal of Honor oyunundan sonra, serinin çok daha iyi yerlere gideceğini düşünmemden kaynaklanıyor. Önceki oyunda yapılan hataları yapmayıp, eksikleri de tamamlasalar bile, belki de 90-95 puan alacak olan bir oyun olabilir diye düşünüyordum. 




Özellikle Warfighter hakkında yayımlanan içerik ve hikaye videolarının, askerlerin savaş alanında yaşadıkları ve aileleri ile olan bağlarına yoğunlaşan güçlü bir hikayeye sahip olacağı yönünde umutlanmamı sağlamıştı. Bunun üstüne, gerçek olaylardan da esinlenilerek hazırlanan bölümlerin de olması, gerçekçilik konusunda beklentilerimin tavan yapmasını sağlamıştı. En azından yüzlerce düşman sürekli gelip durmaz ve daha gerçekçi çatışma sahnelerini yaşarız demiştim.
Farkındayım, buraya kadar anlattığım her şey, geçmiş zaman eki kullanılarak anlatıldı. Bu beklentilerden hangileri karşılık buldu ya da bulamadı, yazının devamında detaylı olarak sizlere anlatacağım.
Ülken ve onurun için…
Yeni oyundan bu kadar çok beklentim olmasına karşın, ilk inceleme puanlarını gördüğümde resmen beynimden vurulmuşa döndüm. Bunun en büyük nedeni, özellikle 10 üzerinden 5 gibi notların olmasıydı. Kafamda, "Acaba oyun çok mu kötü?" şeklinde şüpheler oluşmaya başladı. Bu denli büyük beklentilerin olduğu bir oyunun kötü notlar alması, insanı kötü etkiliyor. Belki de ben çok duygusal yaklaşıyorumdur, ama genel olarak herkeste hayal kırıklığı yaratıyordur diye düşünüyorum.
Ancak, ilk inceleme puanlarının bu kadar kötü olmasına aldırmayın. Verilen puanlar sadece single-player kısmının. Bu yüzden, multi-player kısmının da kötü olduğu gibi bir düşünce oluşmasın kafanızda. Şu anda fazla bilgi vermek istemiyorum multi-player kısmı ile ilgili, daha sonra bununla ilgili daha ayrıntılı bir inceleme daha yapacağım.
Öncelikle oyunun hikayesinden bahsedeyim. Askerlerin yaşadıklarını anlatan güçlü bir hikayemiz var. Oyunun bunu ne kadar iyi şekilde yaptığı tartışılır. Özellikle oyun çıkmadan önce yayımlanan, konu hakkında bilgi veren fragmanlar da gördüğünüz aile ilişkileri üzerine yoğunlaşmış hikaye anlatımı, aslında öyle değil. Şöyle ki; ara videolarda aile ilişkilerinden bahsederken, bir anda ilk oyundan da tanıdığımız “Dusty” ekrana geliyor ve operasyon ile ilgili konuşmalar geçiyor. Resmen daldan dala atlıyor konu. Biraz aileden bahsederken, bir anda farklı bir konu oluşuyor. Askerlerin seçimlerinin hayatlarını nasıl etkilediğini anlatırken, bunu çok yarım yamalak vurguluyor. Ben oyunu 4 saat 40 dakika gibi bir sürede bitirdim. Birçok detaya dikkat ettim ve bu yüzden yavaş oynadığımı düşünürsek, bu kadar kısa sürede ne gibi bir konu anlatılabilir, tartışmaya açık. Özellikle, çok dağınık anlatımdan dolayı, özellikle alt yazı okumuyorsanız, konuyu anlamanız çok zor. Bir yerden sonra kopacaksınız oyundan. Ancak keşke oyunu bu kadar kısa tutmasalardı da, ellerinde bulunan bu kadar güzel bir malzemeyi harcamasalardı. Özellikle konuyu gerçek olaylar ile harmanlayarak anlatmış olmaları, iyi bir özellik, ama kurunun yanında yaşta yanıyor.
Ateş et ve ilerle.
İlk olarak BF3’de kullanılan ve bazı oyuncular tarafından büyük eleştiriler alan battlelog sistemi, Medal of Honor'da da aynen kullanılıyor. Ancak bazı farklılıkları var. İsterseniz, oyunun ana menüsünde bulunan ekrandan da single-player ve multi-playera ulaşabiliyorsunuz. BF3’de kullanıldığı gibi, oyunun bütün özelliklerine battlelog üzerinden ulaşmanız gerekmiyor. Alt yapı olarak aynı sistem kullanılsa da, illa battlelog.com’a girmemizin gerekmemesi, güzel olmuş.


Gelelim oynanışa. Konu anlatımındaki eksikler, gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki oynanışa yansımamış. Kovalamaca sahnelerinden tutun da, çatışma sahnelerine kadar bir çok yerde, yapımcılar iyi iş çıkarmışlar. Özellikle şehir içinde yaşanan kovalamaca sahneleri, bazı detay sorunları olsa da, hoşuma gitti. Diğer taraftan çatışma sahnelerinin daha akla yatkın olması da oyunun bir diğer artısı. Farklı oyunlarda gördüğümüz gibi, yüzlerce düşman ile karşılaşmıyoruz, patlamalar yaşanmıyor ve mermiler geçmiyor kafamızın yanından. Bu tarzda olan bazı bölümler yok değil. Ancak, onlarda iyi kotarılmış. Oynanışla ilgili söyleyebileceğim bir diğer şey ise, kapıları farklı şekilde kırarak içeri girmemiz (Breach sistemi). Bir çok farklı seçeneğimiz mevcut. Bunlardan birini kullanarak, farklı şekillerde giriş yapabiliyoruz. Daha sonrası ise hepimizin de bildiği yavaş çekim hareketleri, ve teker teker indirdiğimiz düşmanlar.
Özellikle oyunda mermi problemi çekmememiz, iyi olmuş. Merminiz bittiğinin de takım arkadaşınızdan hemen isteyebiliyorsunuz. Ancak, 2. silahımızın mermisinin sonsuz olması. Kötü olmuş. Zaten kullandığımızda söylenemez. Ancak yine de gerçekçiliğe balta vurduğu gerçeğini değiştirmez bu.
Bir özelliği ile kaybeden Medal of Honor, diğer özellikleri ile + puan kazanıyor. Bunlardan birisi de yapay zeka. Özellikle çatışma alanlarında düşmanlarımızın bizim pozisyonumuza göre yer değiştirmeleri ve saklanarak ateş etmeleri, biraz olsun oyuna gerçekçilik katıyor.

Grafik herşeydir. Yalan!


Gelelim oyunun grafiklerine. Frostbite 2 grafik motoru bu oyunda da kullanılmış durumda. FB2'nin bütün nimetlerinden yararlandığını söyleyemesem de, özellikle ilk oyundaki küçük ve özensiz çevre tasarımlarından sonra, bölümlerin geniş alanlara taşınması oyuna artı olarak yazılabilir. Büyüyen çevre ile tasarımlardaki detaylar da gelişmiş. İlk oyundaki çevre tasarımlarında bulunan eksikler göze batıyordu. Warfighter için de aynı durum geçerli olsa da, birkaç şey dışında ilk oyun kadar gözüme batan bir problem ile karşılaşmadım.
Yayınlanan fragmanlarda görünen, farklı ülkelerin özel birlikleri ile olan iletişim, ses ve karakter tasarımları oyuna güzel yansıtılmış. Farklı tasarımlar söz konusu. Seslendirmeler de bir o kadar iyi. Bulunduğunuz bölge ya da iletişimde olduğunuz birliğe göre çeşitli dillerde seslendirmeler söz konusu. Ancak, silah ve çevre seslerinin karakter seslendirmeleri kadar iyi olduğunu söyleyemeyeceğim. Özellikle silah seslerindeki benzerlikler dikkatimi çekti. Benzerliklerin yanı sıra, darbeli matkap gibi gelen silah sesleri, bayağı ilginç olmuş. Silahlar konusunda uzman olmasam da, bu konuda şu anda piyasadaki en iyi silah seslerine sahip oyun olan BF3 ile kıyaslandığında, aralarında dağlar kadar fark olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Seslendirmelerin yanında, kısaca müziklerden de bahsetmek istiyorum. Farklı yerlerde giren ortama uygun müzikler, benim için gayet yeterliydi. Özellikle oyunun credit ekranında çalan müzik çok hoşuma gitti. Özellikle bazı soundtracklerin altında “Ramin Djawadi” adının yazması, gerçekten hoş olmuş. Kendisi, Prison Break, Game of Thrones ve Peron of Interest gibi dizilerin soundtracklerinin yapımcılığını da üstleniyor. Ayrıca, Linkin Park’da listede bulunuyor.

Yazılarımı takip edenler bilir, özellikle teknik problemleri son olarak yazmayı severim. Bu seferde geleneğimi bozmayacağım. Birazdan bahsedeceğim hataların bazılarını olağan karşılayabilirdim. Ancak, "Bu kadar da olmaz ki!" dedirten hataların yanında, onlar da kaynadı. Özellikle oyundan atma problemi ile karşı karşıya kaldım. Bir anda pencere küçülüp, sonra tekrardan tam ekrana geçiyor. Nedenini çözmedim. Grafik kartının sürücüsünden kaynaklanıyor olabilir dedim, ancak daha 2 gün önce yeni sürücü gelmişti. Diğer bir sorun, oyunda kilitlenmeler yaşanıyor. Sadece 2 kere başıma geldi. Ancak bu da can sıkan diğer bir problem. Oyun daha çıkmadan gelen yaklaşık 500mb olan güncelleme ile birlikte dahi bu kadar sorun olması, "Acaba güncelleme olmasaydı, nasıl olurdu?" sorusunu getiriyor.


İncelemem sırasında, özellikle ne beklediğimi ve ne bulduğumu anlatmaya çalıştım siz değerli okuyucularımıza ve kıyaslamalarımı bir önceki oyuna göre değerlendirdim. Büyük ihtimalle diğer FPS oyunları ile karşılaştırmalar ve farklı yorumlar olacaktır. Ancak, kişisel tavsiyem sadece single-player kısmına bakarak bu oyunu yargılamayın. Önümüzdeki günlerde, multi-player incelemesi ile de tekrardan karşınızda olacağım. Ayrıca, oyunun puanlamasını çok geniş bir yelpazede yaptım. Özellikle ilk yayınlanan inceleme puanlarından sonra, bu şekilde olmasının daha iyi olduğunu düşünüyorum.


Dishonored İnceleme

Klişe Başlangıç
Oyunun en başında, hikaye gereği kraliçeye suikast yapılıyor. Saldırganların bazılarını haklamamıza karşın, kraliçenin öldürülmesine ve kızının kaçırılmasına engel olamıyoruz. Tam da bu noktada şehrin muhafızları olay yerine geliyor. Kanlar içinde yatan bir kraliçe ve yanı başında elinde bıçakla duran bir adam; tablo bu. Doğal olarak bu olayı bizim yaptığımız sanılıyor ve hapse atılıyoruz. Bu noktadan itibaren hapisten kaçmamız ve olayların arkasında kimin olduğunu aramaya koyulmamız ile beraber Dishonored serüveni başlıyor… Hikaye biraz klişe olsa da, oynanış dinamikleri yapıma süreklilik katıyor. Zira göreve başladığınız nokta ile görevin yapılacağı yer arasındaki mesafe daima kısa. Dolayısıyla “Şunu da yapayım, öyle kaparım” derken, saatlerce oyunda kalıyorsunuz.

Oynanış Dinamikleri
Yapım, FPS açısına sahip olsa da aslında bir RPG. Karakterimizin güçleri ve silahları geliştirilebiliyor. Henüz oyunun başlarında elde ettiğimiz teleport ve duvarların arkasını görme gibi özelliklerimiz Rune toplayarak, silahlarımız ise para karşılığı geliştiriliyor. Rune’lar için oyunun haritalarını iyice turlamak gerekiyor zira nereden çıkacakları belli olmuyor. Para ise, çevreye saçılanların dışında, değerli eşyaları çalarak ve hatta askerlerden aşırarak da elde edilebiliyor.


Dishonored PC İnceleme

Yazan: | 24 Ekim 2012 Çarşamba
Font Küçült Font Büyült
Serbest Dünya
Dishonored’ın belki de en ilgi çekici yanı, görevleri sayısız farklı şekilde bitirebiliyor oluşunuz. Zira genellikle birilerine suikast yapmanız gerekiyor ve o kişilere ulaşmak için de birçok yolunuz var. Örneğin bir binaya gireceksiniz ve kapıda askerler var. Oyunda 1-2 kurşun ile kolaylıkla ölebildiğimiz için birilerine saldırırken iki kere düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla bahsi geçen binaya kapıdan girmek ölümcül derecede tehlikeli oluyor.

Çok yüksek olmayan hemen hemen her yere tırmanabilen Corvo, bu sayede binaların dış cephelerindeki çıkıntılara ulaşabiliyor. Dolayısıyla binalara pencerelerden girmek mümkün. Teleport özelliğimiz sayesinde yakındaki balkonlara girilebildiği gibi, çatıdaki bir açıklık ya da yer altında, kanalizasyondan da binalara ulaşılabiliyor. Madalyonun bir tarafı birçok alternatife sahip. Bir de hedefinize ulaşma yönteminiz var. Düşmanınızın olduğu odaya balkondan girip, onu hiç beklemediği anda avlayabilirsiniz. O yokken içkisine zehir koyabilirsiniz. Dışarıya çıktığı bir anda yakalayabilirsiniz veya uzaktan crossbow’unuzu kullanarak sessizce işini bitirebilirsiniz. Tabii isterseniz ön kapıdan tabancayla bağıra çağıra da içeriye girmeniz söz konusu… Dishonored, bu konuda benzerlerinden birkaç adım ötede.


Özgürlük Güzel Ama Yapay Zeka…
Yapımdaki bu özgür tasarım ilk bakışta gayet hoş görünse de, yapay zeka bu güzel tabloyu biraz bozuyor. Zira karanlıklarda saklanırken sizi hiç göremiyorlar. Yaklaşık 5 metre mesafede, yanlarında duruyorsunuz, fark etmiyorlar… Çevresinden dolaşıyorsunuz hiç hissetmiyorlar… Buna karşın sese duyarlı olmaları çok güzel.  Ayrıca şüphelendikleri bir durum olduğunda, çevreyi araştırmayı ihmal etmiyorlar.

Grafikler ve Sesler
Artık eskimeye başlayan Unreal Engine 3 ile hazırlanan grafikler, uzaktan hoş görünse de, yaklaştıkça detay seviyesindeki zayıflığı yüze vuruyor. Karakter yüzleri fena görünmese de, hem animasyonlarda hem de çevre detaylarında Dishonored, günümüz standartlarından uzakta duruyor. Seslendirmelerin çok başarılı olduğu yapımda, müzikler ise belli belirsiz kalıyor. Gizliliğin ön planda olduğu böyle bir oyunda, sık sık heyecan verici anlar yaşamak mümkün. Anahtar deliğinden izlediğimiz hedefimizin aniden bize doğru yaklaştığını gördüğümüzde, bu anın atmosferini destekleyecek bir müzik maalesef yok!


Sonuç 
Dishonored, Skyrim’den sıkıldığımız ve BioShock Infinite’i beklediğimiz şu günlerde adeta ilaç gibi geldi. Belki de oyunun en büyük şansı, çok iyi bir zamanda satışa sunulmuş olması. Tam anlamıyla bir boşluk doldurdu Dishonored. Ancak oyuna haksızlık etmemek gerek zira Arkane Studios gerçekten iyi iş çıkarmış. Kendinizi bir binanın 5. katında, dış cephedeki bir çıkıntıda eğilmiş, camdan içerideki avınızı izlerken bulduğunuzda, gerçek bir suikastçı olduğunuzu hissediyorsunuz. Steampunk atmosferi de işin takdire şayan bir diğer tarafı. Grafiklerdeki detayların zayıf oluşu ve müziklerdeki problemler, yapımın tadını kaçırmıyor.

Genel olarak bakıldığında Dishonored, son zamanlarda satışa sunulmuş en başarılı yapımlardan biri. BioShock Infinite’i beklerken son derece keyifli saatler vadediyor…
Puan: 8.8/10